31 Ağustos 2012 Cuma

İSLÂM DÜŞÜNCESİ VE SEMBOLİZM


İSLÂM DÜŞÜNCESİ VE SEMBOLİZM

Konuyu İslam düşüncesi açısından ele aldığımızda, sembolizmin önemli bir yeri olduğunu görürüz. İslam’da sembolizmin Kur’an’la başladığını söylemek hiç de yanlış bir ifade olmayacaktır. Müteşabih ayetler sembolik yorumlara müsait bir görünüm arz ederken, bazı ayet ve hatta sureler doğrudan doğruya sembolizmin kendisi olmaktadırlar. Mesela “Tebbet” suresi (CXI), sembolik bir suredir. “Ateş babası” anlamına gelen “Ebu Leheb” aslında bir isim değil, “Abdüluzza” adında bir şahsın -ki bu şahıs Peygamberimizin amcasıdır- künyesidir. Gerek kızıl yüzlü oluşundan ve gerekse ateşe girecekleri temsil ettiğinden kendisine sıfat olarak bu künye verilmiştir. Abdüluzza bir İslam düşmanı olarak, Müslümanlara eziyet eden bir kişidir. En büyük yardımcısı karısıdır. Surede hepsinin ateşe gireceği vahyedilmektedir. İşte bu surede Ebu Leheb, İslâm düşmanlığı yaparak, çağlar boyu Müslümanlara her yerde eziyet eden ve edecek her şahsı sembolize etmektedir. Karısı da ona yardımcı olanları, teşvik ve tahrikçilerini sembolize eder. Şu halde bu sure; çoktan ölmüş gitmiş, kemikleri bile kalmamış Abdüluzza’nın sadece kendisinin ve karısının değil, aynı zamanda onlarla sembolize edilen, her devrin, inananlar üzerine ateist baskılar uygulayan müşrikleri ve yardımcılarının akıbetlerinin ne olacağını anlatıyor. Misalleri çoğaltmak mümkündür. Bunun yanı sıra ibadetlerde bile semboller söz konusudur. Kabe’den maksat, velilerin ve nebilerin gönülleridir ve burası Tanrı’nın vahyinin yeridir.’[1] Hac, ihram ve Arafat olayı, kıyamet günü, Tanrı’nın huzurunda kefenler içinde toplanmanın adeta bir provası ve sembolüdür. Keza şeytan taşlama hadisesi tamamen sembolik bir hadisedir. İnsan kendi nefsindeki satanik duyguları, kötü arzu ve istekleri taşlamakta ve böylece nefsindeki menfi dürtü ve emelleri koyarak kendinden uzaklaştırmaktadır. “Hacerü’l-esved” (siyah taş) adı verilen ve Kabe’ye monte edilen taş “yemînullah” (=Allah’ın sağ eli) telakki edilir.[2] Hacılar bu taşı öper veya elini oraya koyarak veya uzaktan ellerinin içiyle selamlayarak Allah’la ahitleşir. Buna “istilam” denir. Kıyamette bu taş, bir rivayete göre, hacca gelenlere şefaat edecektir.’[3] Profesör Hamidullah bu taşı, hükümdar-kul metaforuyla açıklamaya çalışır.’[4]

        Kur’an, hadis ve İslam tarihinde sembolle ilgili daha pek çok misal bulunabilir. İslam tasavvufu ve felsefesi pek çok noktada sembolizme başvurmuştur. Yapılan analojiler, teşbih, kıyas ve metaforlar vs. hepsi sembolik düşünce geleneğinin birer tezahürleridir. Söz gelimi İşrak felsefesinin kurucusu Sühreverdî, “Mûnisu’l-Uşşâk” adlı eserinde aşkın metafiziği ve estetik değeri hakkında açıklamalar yaparken, güzellikaşk ve hüzn kavramlarını Hz. Yusuf,Züleyha ve Hz. Yakup’la sembolleştirmiştir.[5] İhvân-ı Safâ, bilginin fizik ve metafizik boyutlarını gösterirken, zâhirin bâtında, bâtının zâhirde sembolize edildiğini söylemektedirler ve buna dair sembolik örnekler eserlerinde yer almaktadır.[6] Mevlana Celaleddin’in Mesnevî’sinde semboller oldukça fazla kullanılmış, bu sembollerin ışığı altında mesaj veren hikâyeler nakledilmiştir.[7]Tasavvufi halk şiirinde bile sembolik motiflerin yer aldığını görmekteyiz. Özellikle Yunus Emre bir şiirinde bu motifleri son derece güzel kullanmıştır. Yunus Emre’nin sembolik bu şiirini ele almadan önce edebiyatımızda yer almış sembolik şiir örneklerinden bahsedelim.

KAYNAK: İsmail Yakıt, Yunus Emre’de Sembolizm ÇIKTIM ERİK DALINA, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1. Baskı 2002,  6-8. s..

KUR’AN’DA SEMBOLİZM VE ALEGORİ* - M.ESED


KUR’AN’DA SEMBOLİZM VE ALEGORİ*

KUR'AN ÜZERİNDE çalışma yapanlar, sık sık "anahtar-ibare" olarak tanımlanabilecek deyimlerle karşılaşırlar. Bunlar, belli bir ayetin veya ayetlerin temelinde yatan düşüncenin açık, berrak ve özlü bir tanımını veren ifadelerdir: mesela, insanın "topraktan" veya "bir sperm damlasından" yaratıldığına ilişkin birçok atıf, insan türünün mütevazi/ilkel biyolojik kökenine işaret eder; yahut 99. suredeki (Zelzele), Kıyamet Günü, "kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu(n karşılığını) görecek; ve kim zerre kadar kötülük yapmışsa onu(n karşılığını) görecektir" ifadesi, insanın bu dünyada bilinçli olarak yaptığı her şeyin öteki dünyadaki kaçınılmaz sonuçlarına ve sorumluluğuna katlanacağını gösterir; yahut şu ilahî beyan (38:27'de): "Ve Biz göğü ve yeri ve ikisi arasındaki şeyleri, hakikati inkar edenlerin sandığı gibi, bir anlam ve amaçtan yoksun (bâtılen) yaratmadık."

Bu tür Kur'ânî anahtar-ibarelerin örneklerine hemen hemen sınırsız sayıda (ad infinitum) ve çok çeşitli şekillerde rastlanabilir. Fakat Kur'an'da bir tek defa geçen ve "bütün anahtar ibarelerin anahtarı" olarak tanımlanabilecek temel bir ifade yer almaktadır: Âl-i İmran’ın 7. ayetinde, Kur'an'ın "hem açık ve kesin hükümlü (âyâtun muhkemât) hem de müteşabih mesajlar (müteşâbihât)" ihtiva ettiğine dair olan ifade. İşte bu ayet, Kur'an mesajının anlaşılmasında mutlak anlamda bir anahtar görevi yapan ve onun tümünü "düşünen bir toplum için" (li-kavmin yetefekkerûn) anlaşılabilir kılan ayettir.

Al-i İmrân’ın yukarıda zikredilen ayeti ile ilgili notlarımda hem âyatun muhkemât ifadesinin anlamını, hem de müteşâbih ("alegorik" veya "sembolik") olarak adlandırılan (ifade tarzın)ın genel amacını irdelemeye çalışmıştım. Bu son terim ile işaret edilen husus doğru kavranmadıkça, Kur'an'ın büyük kısmı, hem müminler hem de onun ilahî kaynaklı bir vahiy olduğuna inanmayı reddedenler tarafından büyük ölçüde yanlış anlaşılmaya maruz kalacaktır —ve kalmıştır da. Ancak Kur'an'ın genel anlam örgüsü içinde "alegori" veya "sembolizm" (müteşâbihât) ile kasdedilen şeyin ne olduğunun anlaşılması, tek başına, onun dünya görüşünün tam olarak anlaşılması için yeterli olmaz: bunu başarabilmek için, bu terimlerin Kur'ânî kullanışları ile ilahî kelâmın en başında temas edilen bir kavramın -"insan kavrayışının ötesindeki bir alan"ın (ğayb) kavramının- bağlantısını kurmak zorundayız. Bu kavram, Kur'an çağrısının ve dinin -her dinin- ana prensibinin anlaşılması için temel öncülü oluşturur: çünkü bütün sahih dinî kabuller, realitenin yalnız küçük bir kısmının insan tasavvuruna ve tahayyülüne açık bulunduğu ve asıl büyük bölümünün ise insan kavrayışının tamamen üstünde olduğu gerçeğinden doğarlar ve bu gerçeğe dayanırlar.

Ancak bu belirgin metafizik kavramın yanısıra ondan daha az belirgin olmayan bir psikolojik tabiat bulgusuna da sahip bulunuyoruz: yani, insan zihninin (ki bu terim, iradî düşünme, tahayyül etme, rüya, sezgi, hafıza, vb. melekeleri kapsar), ancak daha önce bu zihin tarafından ya bütünlüğü içinde veya bazı temel elemanları ile sınırlı olarak tecrübe edilmiş algılamalar temeli üzerinde işleyebileceği bulgusudur; yani, insan zihni, önceden gerçekleştirilmiş tecrübeler âleminin tamamen dışında kalan bir şeyi tasavvur edemez veya onun hakkında bir fikir oluşturamaz. O halde, ne zaman görünürde "yeni" bir zihinsel imaj veya fikre ulaşsak, daha yakından bakınca, onun bileşik bir bütün olarak yeni olsa bile bileşenleri açısından hiç de yeni olmadığını görürüz; çünkü görürüz ki bu "yeni" zihinsel imaj veya fikirler, şimdi sadece yeni bir bireşim veya yeni bireşimler serisi halinde bir araya getirilmiş olan önceki ve bazan oldukça farklı zihinsel tecrübelerden aynen türetilmişlerdir.

Şimdi, insan zihninin önceki tecrübelere -yani, sözkonusu zihinde zaten kaydedilmiş bulunan kavrayış ve kabullenişlere- dayanmadan işleyemeyeceğini kavradığımızda bir soru ile karşı karşıya kalırız: madem ki dinin metafizik kavramları, nitelikleri insan kavrayışının yahut tecrübesinin ötesindeki bir âlem ile ilgilidir, o halde bu bize nasıl başarıyla aktarılabilir? Tecrübelerimizle ulaşmış bulunduğumuz kavramların hiç birinde kısmen bile olsa bir karşılığı olmayan fikirleri kavramamız nasıl beklenebilir?

Bu soruların cevabı aşikardır: bizim fiilî -fiziksel veya zihinsel tecrübelerimizden- üretilmiş ödünç-imajlar yoluyla; yahut Zemahşerînin 13:35 ile ilgili yorumundaki "kavrayışımızın ötesindeki bir şeyi, tecrübelerimizden bildiğimiz bir şey ile temsîlen göstermek suretiyle (temsîlen li-mâ ğâbe 'annâ bi-mâ nuşâhidu). İşte, Kur'an'da kullanıldığı şekliyle müteşâbihât terimi ve kavramının gerçek anlamı budur.

Esas olarak Kur'an, bize, ifadelerinin ve pasajlarının bir çoğunun müteşabih olarak anlaşılması gerektiğini söyler. Zaten, insanın bunları anlaması isteniyorsa, başka herhangi bir şekilde aktarılmaları mümkün değildir. Dolayısıyla, eğer Kur'an'ın her pasajını, ifadesi yahut cümlesini zahirî, lafzı anlamıyla alır ve onların bir teşbih (allegory), mecaz yahut temsil olması ihtimalini gözardı edersek, ilahî kelâmın gerçek ruhuna aykırı hareket etmiş oluruz.

Örnek olarak, Allah'ın Zâtı'na ilişkin bazı Kur'ânî atıflar üzerinde düşünelim: tanımlanamayan, zaman ve mekanda sınırsız ve beşer kavrayışının tamamen ötesinde bir Varlık. O'nu tahayyül etmenin imkansızlığı karşısında biz O'nun ancak ne olmadığını anlayabiliriz yani, zaman ve mekanla sınırlı olmayan, benzetmelerle tanımlanamayan ve beşer düşüncesinin hiçbir kategorisi içine oturtulamayan bir Varlık. O halde, ancak çok genelleştirilmiş mecazlar, ne kadar yetersiz de kalsalar, O'nun varlığını ve aktivitesini bize aktarabilirler. Demek ki Kur'an, Allah'tan, "semalarda" veya "tahtı ('arş) üstüne kurulmuş" şeklinde söz ederken biz bu ibareleri lafzî anlamlarıyla alamayız. Aksi halde bu ibareler, müphem sekilde de olsa, Allah'ın mekanda sınırlı olduğu anlamına gelirler: ve böyle bir sınırlama Sonsuz Varlık kavramı ile çelişeceğinden, derhal, en küçük bir kuşku duymadan anlarız ki, "semalar", "taht" ve Allah'ın onun üstüne "kurulma"sı, sadece her türlü insan tecrübesinin dışındaki bir fikrin, yani Allah'ın kudreti ve bütün varlıklar üzerindeki mutlak hakimiyeti fikrim aktarılmasına yarayan dilbilimsel araçlardır. Aynı şekilde O, "her şeyi gören", "her şeyi işiten" yahut "her şeyden haberdar" olarak tanımlandığında biliriz ki bu tanımlamaların fiziksel görme veya işitme olguları ile bir ilişkisi yoktur, ama sadece var olan veya meydana gelen her şeyde Allah'ın ebedî mevcudiyeti gerçeğini insanın anlayabileceği terimlerle anlatmayı amaçlamaktadırlar. Ve "hiçbir beşerî görüş ve tasavvur O'nu kuşatamayacağı"ndan (Kuran 6:103) insan, O'nun varlığını, ancak yarattığı evren içindeki ve o evren üzerindeki aktivitesinin (faaliyetinin) işlevinin sonuçlarını/etkilerini gözlemleme yoluyla kavrayabilir.

Allah'ın varlığına inancımız, O'nun Zâtı'nın erişilmez derinlikteki "mahiyeti"ni kavramamıza bağlı bulunmadığı -ve bulunamayacağı- halde, aynı durum, insanın kendi varlığı için ve özellikle öteki dünya hayatı fikri ile bağlantılı problemler için geçerli değildir: çünkü insan tabiatı, kendisiyle ilgili hiçbir önermeyi anlamı ve amacı açıkça ortaya konmadan kabul etmeyecek bir tarzda yaratılmıştır.

Kur'an bize, insanın yeryüzündeki hayatının, "ölüm" denen kesintinin ötesine uzanan bir hayatın ilk -ve çok kısa bir- safhasından başka bir şey olmadığını söyler; ve aynı şekilde Kur'an, insanın bütün iradî fiillerinden ve davranışlarından dolayı ahlakî bir sorumluluk altında olduğunu ve bu sorumluluğun, kişinin ahiretteki hayatında, iyi ya da kötü, kaçınılmaz sonuçlar şeklinde devam edeceği prensibini tekrar tekrar vurgular. Ama insana bu sonuçların mahiyeti ve dolayısıyla onu bekleyen hayatın niteliği nasıl anlatılabilir? İnsanın yeniden dirilmesi, Kur'an'ın "yeni bir yaratma fiili" olarak tanımladığı şeyin sonucu olacağından, ondan sonra gelecek hayat, insanın bu dünyada yaşadığı ve yaşayabileceği her şeyden tamamen farklı olmalıdır.

Böyle olunca, insana, "bu dünyada doğru ve yararlı eylemlerde bulunursan öteki dünyada mutluluğa erişeceksin"; yahut alternatif olarak, "bu dünyada kötülük yaparsan öteki dünyada ondan dolayı azap çekeceksin" denmesi kafi değildir. Bu tür beyanlar, insanın muhayyilesine hitab etmeyecek ve onun davranışlarını etkilemeyecek genel ve soyut ifadelerdir. Bunun için gerekli olan, kişinin kendi iradî eylemlerinin veya ihmallerinin sonuçlarını bir şekilde "tahayyül" etmesine yol açacak olan, akla daha doğrudan bir hitaptır; ve böyle bir hitap, ancak mecazlar, teşbihler ve temsiller yoluyla etkin şekilde gerçekleştirilebilir. Bu araçlar, bir taraftan, insanın yeniden dirilmesinden sonra yaşayacağı her şeyin bu dünyada yaşadığı veya yaşayabileceği şeylerden mutlak farklılığını vurgularken diğer taraftan bu iki tecrübe kategorisi arasında mukayese yollarına başvurmuştur. Böylece Hz. Peygamber, 32:17'de cennetin nimetlerine yapılan atıfları açıklarken insanın bu dünyadaki hayatı ile ahiret hayatı arasındaki temel farklılığı şu sözlerle dile getirmiştir:
"Allah buyuruyor ki: 'Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği,
hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin içinden geçirmediği şeyler hazırladım'" (Buhârî, Müslim, Tirmizî).
Diğer taraftan, 2.25'de Kur'an, cennette nimet verilenler hakkında şöyle buyurur:
"Onlara ne zaman rızık olarak oradan bazı ürünler bahşedilse, 'Bunlar, bize daha önce bahşedilenlerin aynısıymış' diyecekler. Çünkü onlara o (geçmişte tadılanları hatırlatacak şeyler verilecek".
Bu çerçevede, içinden ırmaklar akan hasbahçeler, mutluluk ve esenlik verici gölgeler, tarifsiz güzellikte eşler, sınırsız çeşitlilikte ve hiç bitmeyen ve bu dünyadaki en hoşnutluk verici görünen şey ile çeşitli şekillerde mukayese edilebilecek olan başka birçok nimet ve güzellikler imajı önümüze konulmaktadır.Bununla beraber, insan varoluşunun iki safhası arasında bu zihinsel mukayeseyi yapma imkanı, büyük ölçüde, bütün düşünce ve tasavvurlarımızın sınırlı zaman ve sınırlı mekan kavramlarına kopmaz şekilde bağımlı olduğu gerçeğiyle kayıtlı bulunmaktadır: başka bir deyişle, zaman ve mekanda sonsuzluğu -ve dolayısıyla- zamandan ve mekandan bağımsız bir varoluş durumunu, yahut Kur'an'ın öteki dünyadaki mutluluğu tanımlarken kullandığı ibarelerdeki gibi, "gökler ile yeryüzü kadar geniş bir cennet'i (3:133) tasavvur edemeyiz: ki bu ifade, yaratılmış tüm evrenin Kur'an dilindeki eş anlamlısıdır. Diğer taraftan, biliyoruz ki her Kur'ânî ifade insan aklına hitab etmektedir ve bu nedenle, ya lafzî anlamıyla (muhkem ayetlerde olduğu gibi), yahut temsîlî olarak (müteşâbih ayetlerdeki gibi) anlaşılabilir kılınmıştır; ve insan zihninin yaratılışı itibariyle ne sonsuzluk ne de sınırsızlık bizim için anlaşılır olduğundan, cennetin sınırsız "genişliği"ne yapılan atıf, ancak nimete nail olanlara sunacağı duygu yoğunluğu ile ilgili olabilir. Basit bir kıyas ile diyebiliriz ki, Kur'an'da cennete -yani, ahiretteki tasavvur edilemez mutluluk durumuna- yapılan bütün atıflar için geçerli olan "teşbih yoluyla benzetme/mukayese" prensibi, ahiretteki azabın -yani, cehennemin- bütün dünyevî tecrübelerden kesin farklılığı ve ölçülemez yoğunluğu île ilgili her türlü tasvirine de teşmil edilmelidir. Her iki durumda da Kur'an'ın tasvir metodu aynıdır. Bize (adeta) şöyle denilmektedir: "İnsanın tadabileceği en keyif verici bedensel ve ruhsal heyecanları tahayyül edin: tarif edilemez bir güzellik, fiziksel ve ruhsal sevgi, [sorumluluğu] ifa bilinci, mükemmel bir barış ve uyum; ve bu heyecanların bu dünyada tahayyül edilebilecek herhangi bir şeyden daha yoğun -ve her şeyden tamamen farklı- olduğunu tahayyül edin: böylece 'cennet' ile neyin kastedildiğinin, müphem de olsa bir ipucunu yakalamış olacaksınız." Diğer taraftan, yine bize denmektedir ki; "İnsanın başına gelebilecek bedensel ve ruhsal en şiddetli azabı tahayyül edin: ateşte yanmak, dehşetli bir yalnızlık ve acı bir perişanlık, devamlı hüsran, ne tam yaşama ne de İnsanın ölümden sonraki hayatı ile ilgili bu teşbihlerin yanısıra Kur'an'da, Allah’ın fiillerinin işaretlerine atıfta bulunan birçok sembolik ifade buluruz. İnsan dilinin yetersizlikleri ki bunlar da insan zihninin doğuştan getirdiği sınırların bir sonucudur- karşısında bu fiille ancak, bir çerçeveye oturtulabilirler, yoksa gerçekten tam olarak tasvir edilemezler. Allah’ın Zâtı'nı tahayyül veya tarif etmek bizim için nasıl imkansız ise O'nun yaratıcılığının -ve dolayısıyla yaratma planının- gerçek niteliği de kavrayışımızın dışında kalır. Ama kesin olarak Allah'ın hikmet yüklü yaratıcılığı kavramına dayanan ahlakî bir öğretiyi aktarmayı amaçladığından, bu yaratıcılık, insanın kavrayabileceği düşünce kategorilerine "çevrilmeli"dir. Allah'ın "gazâb"ı yahut "lânef'i; doğru ve yararlı,eylemlerden "hoşlanma"sı yahut yarattıklarına "sevgi" duyması yahut kendisine kayıtsızlık gösteren günahkarlara "kayıtsız” kalması; veya Mahşer Günü zalimleri zulümlerinden dolayı "hesaba çekme"si, vb. gibi ilk bakışta hemen hemen insanbiçimci (anthropomorfic) bir özellik gösteren ifadelerin sebebi budur. Allah'ın aktivitesinin (faaliyetinin) beşerî terminolojiye bu şekildeki bütün sözel "çeviriler"i, bir beşer dili aracılığıyla bize vahyedilen ahlakî prensiplere uymamız istendiği sürece, kaçınılmaz olacaktır. Ancak yine de, "bu çeviriler"in bize Tanımlanamaz Olanı tanımlama gücü kazandıracağını düşünmekten daha büyük bir hata olamaz.

Ve Al-i İmran’ın 7. ayetime vurgulandığı gibi, ancak "kalpleri hakikatten sapmaya meyilli olanlar, sırf kafaları karıştır[acak şeyler bul]mak için ve ona [keyfî] anlamlar yüklemek amacıyla ilahî kelâmın müteşabih olarak ifade edilen kısmına uyarlar; oysa Allah'tan başka kimse onun kesin anlamını bilemez"

*Alegori "müteşâbih" anlamında kullanılmaktadır -T.ç.n.

KUR’AN MESAJI; syf:1329-1332; Muhammed Esed, İşaret Yayınları,

KURANDA BENZETME - müteşabih


KURANDA BENZETME

2 Kuranda farklı anlatım teknikleri vardır. Dikkat edilmesi gereken konu müteşabih (benzetme) ayetler konusudur. Bu konu birilerinin dediği gibi anlaşılmaz ayetler değildir. Bu konu eşyanın hakikatı ile ilgilidir, yani insan algısı ile ilgilidir. İnsan algısı ve bilgisiüzerindeki bazı durumlar bilinenler yardımı ile bilmekle ilgilidir. Rabbimiz gayb ve birtakım algı mekanızmamız üzerindeki olaylardan bahseder. Bu bunların bilinmeyeceği anlamına gelmez, Zaten Rabbimiz bilemeyeceğimiz şeyleri gönderip, bundan sizi hesaba çekeceğim der mi. 43/44'bak.
Kuranı anlamada belli ki bir takım sıkıntılarımız var. Doğru yerden başlarsak ve doğru soruları sorarsak, Kuran bize kendini açar bizide Kuran'a açar.Rabbimizin
Kur'an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! 70/98
Demesi boş yere değildir yani Kuranı anlamak istersen Kurana kendi önyargıları söyletme, Kurana anlam vermeye çalışma o anlamı anla demektedir. O zaman şu soruyu soralım:Şanı Yüce ve ilmi sonsuz Olan Rabbimiz bizim anlayamayacağımız olan Ayetleri bize neden gönderdi. Oysa Kur’ân senin için de, toplumun için de büyük bir şereftir, bir öğüttür, bir ikazdır, okunması ibadet olan bir övünç kaynağıdır.

Kur’ân’daki ilâhî emir ve yasaklardan sorumlu tutulacaksınız 43/44 bu kitaptan sorulacağız ve bu kitabı anlayamacağımz bilgiler bulunacak (?) Kuranda bulunan müteşabih ayetler anlaşılamaz mı? Öncelikle söyleyelim Huruf'u Mukatta harflerini ayrı tutuyoruz onunla ilgili ayrı bir araştırma yayınlayacağız inş. O zaman müteşabihat üzerine biraz kafa yoralım, Şu gerçek çok iyi bilinmelidir ki, Muhkem ve müteşabih konusuna takılarak, Kur’an’ı anlamayı, bunları anlamaya bağlayanlar, bu anlama işini birilerine havele ederek, onların yardımı olmaksızın Kur’an’ı anlamanın mümkün olamayacağını sananlar, anlamını bilemediği ve kavrayamadağı kimi ayetleri bahane ederek Kur’an anlaşılmazdır düşüncesiyle onu anlamada, anlayan ve bilen birilerine gitmeyi esas alanlar, bu tercihleri ile Kur’anla aralarında engel oluşturmaktadırlar.

Müteşabih, şibh (benzerlik) kökünden gelip mânalar birbirine benzeyip içiçe girdiğinden değişik ihtimallere yol açmayı ifade eder.
Birbirine benzeyen, kendisinde benzerlik bulunan. - Net bilinmeyen şey, demektir. algı mekanizması açısından:

NİÇİN MÜTAŞABİH :Bazen kastedileni tek başına anlamak istenileni anlamak olmayabilir. Bazen insan olmaktan kaynaklanan algı sorunu olabilir. Burada bilinen ve benzeşenleri bir arada düşünerek bütünü kavramak gereklidir. Bu durum anlaşılmaz değil, ulaşılır bir bilgi türüdür. Ulaşmak için bilginin bir kısmını elde etmek gereklidir. Kalanı tasavvur algısı ile ilgilidir. Bazı kavramlar zihinsel algı dahilinde olmadığından zihin bileşim yoluna giderek parçadan bütünü oluşturur.Yani bilinemeyeni bilinenlere benzeştirerek (teşbih) algı gerçekleşir.Yani yalnızca olayı anlatan ayet tasavvur için yeterli olmayabilir. Algının tamamı için bilinenlerden destek almak gerekebilir. Bu durum anlatan için değil anlayanın durumu ile ilgilidir.

Kur’an’da müteşabih anlatımlı kimi ayetlerin bulunuyor oluşu, bizim gücümüzün ve bilgimizin üstünde olan (gaybi) şeylerin, bize indirgenerek, kavramamıza yardımcı olmanın bir gereğidir.
-Cenneti, Cehennemi, Ahireti görmedik. Ama dünya benzerliği ile ifade edilir. Rab katında kati gerçek ve bizim için muamma..
-Cin,Can, Şeytan, Melek... Görmedik Ama benzeşme ile ifade edilerek kavratılmaya çalışır.
-Geçmiş rasullerin dünyasında yaşamadık.Ama dünyanın değişmez nesneleri ile benzetme yapılarak anlatılır. Yıllar geçtikçe düşünce dil kültür değişir ve rabbimizde bunu bilmektedir.(Subhanallah)
Kur’an, gerekli oluşu ve bağlayıcılığı açısından bizim için tümüyle muhkemdir.!!!!
Kur’an’in bizatihi kendisi muhkemdir. (Allah’tandır ve korunmuştur.)
Bulunur muhkemlıği içinde, müteşabih kısımların oluşu onun muhkemliğine engel değildir. Zira, Kur’an’nın bütününe iman ederiz. Ama kitaba şirk koşmadan.
Bizim için kapalı olan, bilinmeyen ve anlaşılmayan olarak görülen ayetlerin (anlam olarak) bilgisinin saklı olması, gücümüzün üstünde olanı haber vermede kullanıldığından, bu ayetler, olduğu gibi ve bilindiği kadarı île bizim için yeterlidir. Asıl sorun, yeterli olanı yetersizmiş gibi görerek, onu yeterli hale getirmeye çalışmaktır.

Hiç kuşkusuz şimdiye kadar yapılmış olan gerek sözcük, gerek kavramsal tanımlara göre hareket edersek, elde edeceğimiz netice, çerçevesi önceden çizilmiş bu dar alanla sınırlı kalacağından, Kur’anı doğruya ulaşmamıza engel olacaktır.
Böylesi bir engele takılmamak için muhkem ve müteşabihi Kur’an’ın çizdiği/belirlediği (Kur’ani) alan içinde değerlendirmek zorundayız. Ancak o zaman, özden yoksun tanımlardan, kısır anlayışlardan ve yanlı yaklaşımlardan oluşan engelleri aşabiliriz. Yoksa kendi tanım ve anlayışımızın doğruları ile Kur’an’a gittiğimizde, Kur’an’ın akletmeye dayalı olarak önümüze serdiği geniş sahayı daraltmış oluruz. Kur‘an’ı, daraltmış olduğumuz bu alan içine sığdırmaya çalışma yanlışı, bizim O’nu doğru anlamamıza olumsuz olarak yansıyacaktır.

Sözcük ve kavram olarak yapılan tanımlar ve bu tanımlarla muhkem ve müteşabihe yüklenen anlamların neticesinde oluşan anlayışların yanlışlığından dolayı Kur’anın bir bölümü ya işlevsiz (bilinmez) hale getirilmiş veya anlam sapmalarıyla tahrif edilmiştir.

Amacımız muhkem ve müteşabihe sözcük ve kavram olarak yeni veya değişik bir tanım getirmek değildir. Çünkü yanlışlık tanımlamada değil, bu tanımların gereğinden fazla öne çıkarılarak yalın ve yetersiz ifade gücü içinde boğulan, kaybolan öz anlamın yok edilmiş olunmasındadır.

Sahih bir Kur’an’î anlayışa sahip olmadan yapılan tanımların ifade gücüne dayanarak elde edilecek her türlü bilgi ve netice, ya yanlış ya da eksik olacaktır.

Muhkem ve müteşabihe bakış açımızı belirlerken şu gerçek çok iyi bilinmelidir:
”Allah Kitab’ında bizim bilmemiz gereken ve bize gerekli olan her şeyi açık ve anlaşılır bir şekilde bildirmiştir." Bu konuda Kitap’ta müteşabih olan hiçbir şey yoktur. Müteşabîh olarak nitelenen ayetler Kur’an’ın amacına ulaşmasına ve anlaşılmasına asla engel değildir.

Gerçek bu olunca da müteşabih ayetler, Kur’an’ı anlama ve kavrama konusunda bir engel teşkil etmezler. Kur’anî anlayışın belirleyiciliği içinde, müteşabihten ne anlaşılmalıdır sorusuna cevap olarak şunları söyleyebiliriz:
Gören birisinin, doğuştan kör birisine anlattığı bir şey, kör için bilinen özü kavranan olmaz. Ancak kör, bilmediği ve özünü kavramadığı bu şeyi kabul eder ve ona inanır. O şey’in nasıllığını bilinmeyişi, var olanı bilmede, kabul etmede bir engel değildir.

Müteşabih ayetler de gören bir kimsenin, doğuştan görmeyen birine herhangi bir cismi anlatmasına benzer. Anlatılan cismin görmeyen için müteşabihe giriyor olması, anlatılan şeyin gerçekliğine, anlaşılmasına engel değildir.

Elbetteki görenin, görmeyene bir şeyi izah etmesi, görmeyenin neyi, nasıl bildiğinden hareketle mümkün olabilir. Allah’da tıpkı bunun gibi gücümüzü aşan, mevcut halimizle kavrama imkanımız olmayan, fakat gerçekte var olan şeyleri, bize benzetmelerle, sembollerle anlatmaktadır.
İşte, amacına bağlı olarak Kur’an, bu anlamda tamamen muhkemdir. Yani kimi ayetlerin müteşabih olması, gerçeği kavramamız için bir anlatım yöntemidir. Bir ayette geçen kelimeleri anlamasak da, o kelimelerle anlatılan şeyi anlam aya çalışır ve anladığımız kadarına iman ederiz.

Konuyu Analiz Edelim;

1 - Müteşabih olan, kelimenin (lafzın) kendisidir. Bu müteşabih olan kelimelerle anlatılan şey ise muhkemdir. Kelimeler sadece bir araçtır. Aracın kendisi (kelime) müteşabih olsa da, amaç (anlatılmak istenen şey) muhkemdir. Kalplerinde eğrilik olanlar anlatılan şeye (amaca) değil, anlatan şeye (araca/kelimelerin yalın anlamına) yönelmekte ve onları tevil ederek, sapıklığa düşmektedirler. Günümüz din adamları (tüccarları) gibi...
Zira, ayetin kendisini lafzen anlamasak da anlattığı şeyi, yeterli görür ve ona iman ederiz. Müteşabîh ayetlerle, anlatılan şeyi değil de, bizzatihi o şeyi anlatan kelimelerin kendisini tanımlamaya kalkmak, körün fili tanımlamasına benzer.
Filin neresinden tutarsa, onun için fil orasıdır. Zira kör, kendisine izah edilen şeyi ne kadar iyi anlarsa anlasın, gören kadar iyi anlaması ve kavraması mümkün değildir,

2- Müteşabih ayetlerde geçen sözcüklerin kendisini tanımlamaya çalışmak ne kadar yanlışsa bu sözcüklerden gerçek anlamlarının bilinmeyişinden dolayı ayetin kendisini dikkate almamak ta en az onun kadar yanlıştır. Çünkü, muhkem olsun müteşabih olsun, bizim için anlamı olmayan hiçbir ayet olamaz. Mevcut bilgimizle tanımım (izahını) yapamadığımız ayetleri dikkate almamak veya yok saymak doğru bir tutum değildir.

3 - Muhkem ve müteşabihi sözcük tanımları içinde değerlendirmek ve bu tanımlara göre bir anlayış geliştirmek, Kur’an’ın muhkem ve müteşabihe yüklediği anlamı daraltmak olur. Her ne kadar yapılan tanımları temel alsak ta yine de Kur’anın bu sözcükleri Kur’anî bir zeminde ele aldığını dikkate almalıyız. Yoksa, yapılan tanımların dar anlamı İçinde kalırsak yanlış bir neticeye varırız.

4- Kendi tanımlarının sınırları içinde kalarak ayetlere yaklaşan bazı kimseler, ayetleri anlamada çaresizliğe düştükleri yerlerde bu çaresizliklerini gidermek için sürekli tevil yapmak zorunda kalmışlardır. Hatta bu çaresizlik yüzünden daha önce yapılan tanımlardan bile vazgeçme zorunluluğa doğmuştur.

Tıkanma giderilemeyince çözüm tanım değişikliğinde aranmıştır. Öyle ki kimi alim zerzevatı, müteşabih ayetler "mensuh ayetlerdir" diyecek kadar ileri gitmişlerdir. (Sanki Kur’an’da mensuh ayet varmış gibi). Bazıları da, kıyametin kopmasına dair ayetleri müteşabih saymışlardır. Oysa ki kıyametle ilgili ayetler hüküm bildiren ayetler değil gayibten haber veren ayetlerdir. Biz de görmediğimiz ve nasıl olduğunu fazla bilmediğimiz halde Ahirete iman ederiz.
Bu tür ayetlerin müteşabih sayılması geleneksel tanıma göre anlam verilmesinin bir neticesidir,

5- Bilinmezi, bilinen şeylerle izah etmek, müteşabihin kapsamına girmektedir. Ve bu bilinmezin (kelimelerin yalın anlamları) anlamı peşine düşmeyin, bildirdiği şeye inanın o size yeter anlamına gelmektedir.

Ne var ki Al-i İmran 7 ayeti yanlış değerlendirilerek, kimileri bildirilen şeyden de uzak durmanın gereğine inanmaktadır.

Özetlersek; Yüce Allah, gücümüzün yetmediği ve bizim için bilinmez olanı anlatırken, anlamamızı sağlamak için, anlatımda kullandığı şeylerin (araçların) anlamını (ki müteşabih olan kısım burasıdır) bilmemizi değil, anlatılan şeyi(amacı) bilmemizi istemektedir.
Bunun böyle olduğunu Kur’an;

”Sana bu kitabı indiren O’dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te’vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, ‘Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır‘ derler. Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır” (3 Al-i îmran 7)
ayetîyle ortaya koymaktadır.

Örneğin;
”Allah ‘in eli onların elleri üstündedir” ayetinde müteşabih olan kısım, ‘Allah’ın eli nitelemesidir. Çünkü Allah’ın eli, burada, bizim somut olarak algıladığımız el değildir. Ya nedir ? işte bu sorunun peşine düşmek hastalıktır. Çünkü bizim için Allah’ın elinin nasıl olduğunu bilmek gerekli birşey değildir. El bizim için müteşabihe girmekte ve bir araçtır. Asıl amaç bu deyimle (müteşabihle) bize anlatılmak istenen şeydir. Allah bu anlatımla,müminlerin gücüne güç katacağını ifade etmektedir. Bunu görmezlikten gelerek el nasıldır? Bizim elimiz gibi ellerden mi söz edilmektedir? Allah’ın eli mi var? gibi anlamsız soruların cevabını aramak hiçbir şeyi çözmez ve gereksizdir,

6 - Kur’an kapsadığı herşeyin bir hikmet ve amaca yönelik olduğunu bildirmektedir. Bu gerçekten şu sonucu çıkarmaktayız; Kur’an’da bizim için gereksiz olan hiçbirşey yoktur. İnsan bilgisini ve gücünü aşıyor olduğu için müteşabihatı değerlendirmeye almamak, Kur’an’ın bîr kısmını işlevsiz kılmak olur.

7- Müteşabihat konusunda ortak bir sonuca varabilmek mevcut anlayışı düzeltmekle ve bu konuya, verilen önemin, verilmesi gerekenden çok fazla olduğunun kavranılmasiyla mümkündür.

Tutarsız ve dayanağı olmayan söylemlerle konuya izah getirmeye çalışmanın şimdiye dek bir yararı olmadığı gibi bundan böyle de olması söz konusu olamaz. Söylenenlerin çoğu, daha önce söylenenlerin aktarılması veya tekrarı oluşu, başlangıçdaki yanlış anlayışın günümüze dek sürmesine ve bundan sonra da süreceğine neden olacağa benzemektedir.
Artık Atalar dininden gelen, Kıssa, ci, melek, ahiret inançlarımızı tekrar gözden geçirme vakti gelmedi mi?

“Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhab Sensin Sen!” (Al-i İmran Suresi, 7)
Bu bakımdan müteşabihatta bizim üzerinde durmamız gereken kısım, kelimelerin tek tek anlamının verilmesi yoluyla anlaşılmasını sağlamak değil, müteşabih (aracı) kelimelerle anlatılmak istenen şey neyse (amacı) onu kavramaya çalışmaktır. Evet müteşabihat bir anlatım tekniğidir. Anlatan (yani konuyu anlatırken kullanılan kelimeler) müteşabih olabilir, bu anlatılanı anlamamıza engel değildir.

Yani, anlatan (tanımlayan) ve anlatılan (tanımlanan) vardır, Anlatan(tanımlayan) müteşabîhse de anlatılan(tanımlanan) muhkemdir. Anlatanın müteşabih oluşu, anlatılanın anlaşılmasına engeî değildir. Bizim bilmediğimiz, görmediğiniz, anlayamadığımız şeylerin bizini bildiğimiz, gördüğümüz ve anladığımız şeylerle anlatılması, bizim o şeyleri görüyor, ve anlıyor gibi anlamamızı sağlar.

Ve bu anlatım tekniğini Kuran, müteşabih olarak nitelemektedir. Müteşabihlik Kur’an’ı anlamada ve ona göre yaşamada bir engel değildir, bir gerekliliktir. Yoksa birçok şeyi kavramamız asla mümkün olmayacaktır.
Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. 89/7 Bazı konular direk olarak bizim tarafımızdan algılanamayabilir. Anlaşılması için detaylı benzeşimli ve tümleyen ifadeler kullanılması gereklidir. Zihinsel sezgisel imajlama yolu ile kavranabilir. Burada durum çok seçeneklidir. Bu yüzden bu ifade kullanılmıştır.

Sonuç olarak:
Kur’an’ın muhkem ve müteşabih ayetlerden oluşan iki gruba ayrıldığını (Al-i îmran-7) ayetinde gördük. Anlaşmazlık Kur’anın müteşabih ayetleri üzerinde yoğunlaşmış ve bu konuda biri diğerini geçersiz sayacak birbirinden farklı tanımlar konunun anlaşılmasına katkıda bulunmamış, daha da anlaşılmaz kılmıştır.
Bu bakımdan önceki kabullerin ortaya koyduğu sonucun, konuya yeterince açıklık getirmediği ortadadır. Varılan sonuçla, Kur’an’ın bir bölümü (müteşabih olanı) anlaşılamaz kabul edilip işlevsiz kılınmıştır. Oysa ki Kur’an, bizim için gereksiz ve anlaşılmaz bilgilerin içinde bulunduğu bir kitap değildir, o halde bu anlayış temelde Kur’an’la çelişmektedir. Kuran gereksiz bilgiler kitabı değildir. Evrende gereksiz bir zerre bulunmadığı gibi Şanı Yüce Rabbimiz Kitab ul Kerimde zerre kadar gereksiz bilgi bulunmaz .

KURANDA MECAZ VE BENZETME


KURANDA MECAZ VE BENZETME



1. Mecaz nedir ?:

‘Mecaz’, bir sözcüğü gerçek anlamından başka bir anlamda kullanma sanatıdır. Sözü daha canlı, çarpıcı ve etkili kılmak amacıyla kullanılır. Mecazın zıddı ‘hakikat’tır.

Kuran bir çok yerde "şeytan" kelimesini kullanır. Kötülük kaynağı olarak betimler. Bu ifade tıpkı bizlerin günlük yaşamda kullandığımız; trafik canavarı, Enflasyon canavarıtabirine benzemektedir. Biliriz ki bu bir teşbihtir. Böyle bir canavar yoktur. Kuranda geçen şeytan kelimesi içinde bu durum söz konusudur.

  Kuran içinde konuşma, benzetme gibi sanatsal ifadelerin bulunduğunu göz ardı etmek, kitabı anlamada ciddi sorunlar yaşatacaktır.

2. Kuran’daki Kullanımı:

1-Genel olarak kullanılan mecaz.

Örnekler:

“Şu dünyada kör (a’ma) olan kimse, ahirette de kördür, yolu daha sapıktır.” (17/72)

Bu ayette geçen ‘kör’ sözcüğü hakiki manasıyla değil mecazi anlamda kullanılmaktadır. Buradaki körlük bedensel bir özrü değil, ‘dalalet’i (şaşkınlık, doğru yolu bulamama) ifade etmektedir.

“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak, size helal kılındı. Onlar sizin elbisenizdir. Siz de onların elbisesisiniz…” (2/187)

Burada ‘elbise’ (libas) sözcüğü gerçek manasının dışında mecazi olarak kullanılmıştır.

2- Tabiatla ilgili:

1. Nefes alıp verdiği zaman sabaha andolsun. (81/18)

2. Yürüdüğü zaman geceye. (89/4)

Kuran’da tabiatı ‘canlı’ bir biçimde anlatan daha pek çok ayet vardır. Bütün bu ayetlerde ‘nefes almak’ ‘yürümek’ ‘kovalamak’ gibi fiiller canlı varlıklara ait olduğu halde cansız tabiata mecazen atfedilmiştir. Etkisi ise gayet açıktır. Sabahın nefes aldığını tasavvur ettiğinizde çok daha farklı bir etki bırakıyor insanın ruhunda. Tabiattaki canlılığı, dinamikliği bundan daha güçlü anlatamazsınız.

3-Allah’ın isim ve sıfatlarıyla ilgili olarak kullanılan mecaz.

Kuran zihnimizde varolan kavram ve kelimelerle ‘yaşayan, canlı, her an hayatın içinde’ bir Allah anlayışını ‘etkili ve güçlü’ bir biçimde vermeyi amaçlamaktadır.

1. Allah’ın ‘yüzü’ tabiri: 

Kuran’da Allah’ın yüzünden bahseden birçok ayet vardır. Bu ayetlerde Allah’ın zatı ve kendisi ifade edilmektedir.

“Ve Allah ile beraber başka bir ilaha tapma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun yüzünden (vech) başka herşey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (28/88)

Bu ayetteki ‘yüz’ ifadesi mecazi olup Allah’ın “zatı”, “kendisi” anlamındadır. AYNI SÖZCÜK (VECH=YÜZ) KURAN’DA İNSAN İÇİN DE KULLANILMAKTA ve ‘ZATI’ ‘KENDİ’Yİ ifade etmektedir.

‘Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.’ (21/30)

Kuran’ın bütünlüğüne başvurmanın asırlardır tartışılan konuları nasıl çözüme kavuşturduğunu görüyoruz. Burada insanın FİZİKİ ANLAMDA YÜZÜNÜ DİNE ÇEVİRMESİNİ istediği söylenebilir mi ?

2. Allah’ın ‘eli’ tabiri:

Kuran’da Allah’ın elinden, iki elinden bahseden birçok ayet vardır.

‘Görmediler mi ellerimizin (eydina) yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar. (36/71)

Kuran’ın muhtevası ve bütünlüğü gereği Allah’ın elleriyle fiiller yaptığını söylememiz mümkün değildir.

Zira Allah ‘bir şeye ‘ol’ der, o da hemen oluverir.’ (Yasin suresi 82. ayet)

Burada ‘ellerin yaptıklarından’ maksat ‘Allah’ın kudretiyle yaptıklarıdır’.

Zira ‘el’ kuvvet anlamında da mecazen bütün dillerde kullanılmaktadır. Aşağıdaki ‘Ülke padişahın elindedir’ misalini hatırlayalım.

“El”in mecazi anlamda Allah’a atfen kullanıldığı bir başka ayet ise şöyledir:

“Sana biat edenler gerçekte Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli (yedullah) onların ellerinin üzerindedir…” (48/10)

Ayetteki “el” tabirini hakiki/zahiri manada alıp Allah’ın elinin somut biçimde müminlerin elleri üzerinde olduğu düşünülemez. Bu ifade ile Allah’ın rahmeti ve kudreti ile müminlere destek ve yardımcı olduğu ifade edilmek istenmektedir.Yine Kuran bütünlüğüne başvurduğumuzda ‘EL’İN SÖYLEDİĞİMİZ ANLAMDA İNSANLAR İÇİN DE KULLANILDIĞINI tespit etmekteyiz:

‘Bir mehir kestiğiniz takdirde, henüz dokunmadan onları boşamışsanız, kestiğinizin yarısını verin. Ancak kadınlar vazgeçer yahut nikah bağı ELİNDE (biyedihi) bulunan erkek vazgeçerse başka.’ (2/237)

Ortada somut bir nikah bağı varda kişi onu MADDİ ELİYLE TUTUYOR DEĞİLDİR.

3. Allah’ın ‘unutması’

‘Öyleyse bu gününüzle karşılaşmayı unutmanıza karşılık olarak azabı tadın. Biz de sizi gerçekten UNUTTUK (nesina) (32/14)

Bu ayetteki ‘unutma’ fiilini lafzi anlamıyla Allah’a atfetmenin bir imkanı yoktur. Mecaz yoluyla atfedilebilir ancak. Ve yine günlük lisanımızda da ‘ben seni unuttum’ derken hafızanın unutması değil, o kişiye artık değer verilmediğini ifade etmek için kullanılır.

Görüldüğü gibi ayetlerde ifade edilen birtakım fiiller Allah’a ancak MECAZ YOLUYLA ATFEDİLEBİLİR.
Başka bir örnek:

‘İşte Allah’ın boyası. Allah’dan daha güzel boyası olan kim vardır ? Biz yalnız ona kulluk ederiz.’ (Bakara 138)

Buradaki ‘boyayı’ mecaz dışında lafzi(fiziki) anlamıyla anlamak mümkün müdür ?

Örnekleri çoğaltmak mümkün.

4. Allah’ın arşa(tahta) istiva(kurulma, oturma) etmesi

‘Arşa İstiva’ ifadesinini gectiği ayetler sunlar:

 Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri yaratan, ve arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örtenö güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun yaratmak da, emir de O’nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.(7/54Diğer ayetler; 10:3, 13:2, 20:5, 25:59, 32:4, 57:4

‘Arş’ kelimesi sözlükte taht, hüküm/iktidar makamı gibi anlamlara gelir.

Yukarıdaki ayetlerde mecazi olarak kullanılan bu kelime Allah’ın, yaratıkları üzerindeki mutlak hüküm ve iktidarını ifade etmektedir. Dikkate değer bir husus da şudur ki, Kur’an’da Allah’ın “kudret ve iktidar makamına” oturduğundan (arşa istiva edişinden) söz edilen yedi yerin hepsinde bu ifade Allah’ın alemleri yaratmasına ilişkin bir açıklamayla bağlantılı olarak geçmektedir.

Bunun anlamı, Yüce Allah’ın kaşnatı yarattıktan sonra GERİ ÇEKİLMEDİĞİNİ, bütün iş ve oluşları KENDİSİNİN çekip çevirdiğini, Eski Yunanlıların inandıkları bir şekilde ‘yaratıp da geri çekilen bir ilah’ olmadığını ifade etmektedir. Yani doğru bir Allah anlayışı/telakkisi oluşturabilmek için O’nun bu özelliğine dikkat çekilmesi gerekmektedir. Bu da en etkili bir şekilde mecazi anlatım şekliyle yapılabiliyor.

Bu konu dar görüşlülükten dolayı Allah’a mekan isnad etmeye kadar vardırılmıştır maalesef.


Tevil iddiası:

Ayetlerin tevil edildiği iddiası doğru değildir. Tevil kelimesi Kuran’da bugünkü kullanıldığı anlamıyla kullanılmamıştır. Yani bugün tevil ‘bir kelimenin manasını değiştirip başka bir manaya hamletmek’ anlamında kullanılıyor. Halbuki Kuran’da tevil kelimesinin geçtiği bütün ayetler okunduğunda ve ilk dönem Arapça lügatlarına bakıldığında ‘bir şeyin akibeti/sonucu’ anlamında kullanıldığını görmekteyiz.

Kuran’da geçen birçok kavram tarihi süreç içinde ya tahrif edilmiş (insanların zihninde, Kuran’da değil), ya yeni anlamlar yüklenmiştir ya da anlam sahası daraltılmıştır. Sabır, ilah, rab, veli vb. birçok kavram buna dahildir.

Arşa istiva ile ilgili ayeti mecazi olarak anlamak asla bugünkü kullanıldığı anlamıyla dahi bir tevil değildir.

Neden ?

Arşın mekan olup olmadığının ısrarla sorulmasının sebebi budur. Burada büyük bir yanılgı sözkonusudur. ARŞ=TAHT DEMEKTİR. Taht bütün dünya dillerinde İKTİDARIN SEMBOLÜDÜR(mecazdır). Kuran’da BELKİSİN ARŞI/TAHTI diye geçer. Neml Suresi 29-42 ayetlere bakınız.





Şimdi bu ayetler üzerinde düşünelim, neden Hz. Süleyman Belkis’in arşını/tahtını getirtiyor da başka bir nesneyi getirtmiyor ?

Mektubunda bana teslim olmuş olarak gelin, başkaldırmayın diyor. (31. ayet)

Belkis’e kendi kudretini, iktidarını göstermek için tahtını getirtiyor, zira taht iktidarın sembolüdür. Bir nevi ‘senin benim karşımda hiçbir gücün kuvvetin yoktur, buralarda benim sözüm geçer’ mesajını veriyor veya bu konuda Belkisin iyice ikna olmasını sağlamak istiyor.



Kısacası Yüce Rabbimiz de arşa istiva ettiğini belirtirken bir mekana (Zatıyla) yerleştiğini, bir mekana sahip olduğunu belirtmemektedir. Bütün kainatın (yaratılmasından sonra da) iktidarının/yönetiminin Allah’a ait olduğunu vurgulamak için mecazi bir dille ifade etmektedir. Bütün olay bu. Bundan Allah’a mekan çıkarmak, O’nu bir yere ‘yer’leştirmek (haşa ve kella) kadar büyük bir gaf olamaz.

Nitekim bu tür mecazlar dilimizde de çok yaygındır.


Mesela: ‘KOLTUK KAVGASI’ denir.
Bundan kimse insanların bürolardaki koltuklar için dövüştüğünü anlamaz. Maksad nedir: Koltuk iktidarın sembolüdür. İnsanlar iktidar mücadelesi vermektedirler.


Veya ‘ÜLKE PADİŞAHIN ELİNDEDİR’ denmektedir.

Kimse bu sözden koca toprak parçalarının padişahın avucunun içine sığdığını anlamaz. Maksad nedir: Ülkede padişahın sözü geçer, emir onun elindedir. Padişahın fiziki anlamda iki eli kesik de olsa bu söz kullanılır. Çünkü mecazen kullanılmaktadır. MÜHÜR FİLANIN ELİNDEDİR tabiri de yine aynı maksatla ifade edilmektedir. Bir insanın elinde mühürün olması ne yazar olmaması ne yazar lafzen anlaşıldığında. Fakat mühür dediğimiz o küçük şey de birşeylerin sembolü olmuş ve insanlar onu da mecazi anlamıyla kullanıyorlar.


Diğer örnekler:

“Yeryüzü ZİNETİNİ takınıp süslendiği”(10/24)

Bu ayetteki terkipte yeryüzünün zinet takmasından söz ediliyor. Halbuki zineti insanlar, takar. Öyleyse buradaki terkipten yeryüzünün yeşermesi kasdedilmiştir.

“Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza DAR gelmişti.” (9/25)

Bu ayetin terkibinden maksat da yeryüzünün daralması değil, kalblerin neşesini kaybedip kederle dolmasıdır.

“Onların TİCARETİ kazanmadı.” (2/16)

Bu ayetteki “kazanç” ve “ticaret” kelimeleri mecâzdır.

“Onun ANASI haviyedir.” (101/9)

Ayetteki “haviye/cehennem”in ‘ana’ olarak takdim edilmesi mecazîdir. Ana çocuğuna sığınak olduğu gibi cehennemde kafire sığınak gibi gösterilmiştir.

3. Neden mecaz kullanılır:


Mecazi kullanımın farklı bir etkisi, ağırlığı vardır. Dilin etkinliğini artıran bir söz sanatıdır mecaz. Mecaz ile bir konu zihinde daha canlı anlatılabilmektedir. Kuran’ın bu söz sanatından yararlanmasının neden garipsendiğini hala anlamış değiliz.

Birileri mecazı ölçüsüz kullanıyor diye tümden mecazı reddetmek tepkisellik olsa gerek. Tepkisellik de ilmi bir hareket değildir.

Bu durum cemaatleşmeye yan gözle bakanların durumuna benziyor. Onlar da hep kötü tecrübeden (ki bu konuda haklılar) yola çıkarak Allah’ın emrettiği cemaatleşmeye karşı tümden tavır takınmaktadırlar. Bu da tepkiselliktir. Örnekleri çoğaltmak mümkün.



4. Bir teşhis denemesi ya da Kuran’ın RUHUNU/ESPRİSİNİ anlamanın önemi:

Neden mecaz olarak anlamama konusunda bu kadar ısrar ediliyor ?


1. Bir taraftan ayetlerin lafzına olduğu gibi bağlı kalma duyarlılığı var. Ki bu hassasiyet takdirle karşılanmalı ve korunmalıdır.


2. Öteki taraftan ayetlerin muradını/maksadını/ruhunu anlamaya yönelik akli bir çaba olmadığından tıkanma başlıyor. Zira akletmeye karşı tarihten gelen olumsuz bir tutum var. (Tarihte kelamcılar, filozoflar (akıl adına hareket ederek) dine zarar verdiklerinden dolayı akla hep tarih boyunca kötü gözle bakılmıştır. Yüce Allah’ın akla verdiği önem unutulmuştur. Bu da yine tepkiselliğin sonucudur)

Bir dili (Arap dilini) bir bütün olarak kabul etme konusunda zaaf yaşanmaktadır. Mecazlar her dilin vasıtalarıdır.


Yapılması gereken yukarıdaki İKİ YAKLAŞIMI BİRLEŞTİRMEKTİR: Ayetlerin lafzına bağlı kalarak ruhunu anlamaya çabalamak.
Kaynak:http://vekuran.blogspot.com/

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Kuran'ın Anlaşılmasında Dil Problemi

Kuran'ın Anlaşılmasında Dil Problemi

Kuranda imgeler simgeler semboller - R. İhsan Eliaçık


ÇARŞAMBA, OCAK 18

KUR'AN'A BİR DE BU GÖZLE BAKIN (imgeler-simgeler-semboller)

Bu makalede sizi Kur’an’ın engin sembolik dünyasında bir yolculuğa çıkarmak istiyorum.
Çünkü Said Nursi’nin “Mecaz avama inince hakikate dönüşür” demesinden de anlaşılacağı gibi bu konuda nice çamlar devirildiğini görüyoruz.
Kur’an’da imgeler, simgeler ve semboller konusuna fransız kimileri Kitab’ı hurafeler, mucizeler ve harikalar diyarına çevirmiş durumda…
Kitab “Ekmek arslanın ağzında” diyor, bizim ‘molla’ gidip hayvanat bahçesindeki arslanın ağzında ekmek arıyor.
Kitab “Göle maya çalınmaz” diyor, bizim ‘molla’ unla, değirmenle, gölle uğraşıyor.
Kitab “Herkes gider Mersin’e , o gider tersine” diyor, bizim ‘molla’ otogarlarda mersin yolcusu arıyor.
Bu konuda vahim yanlışlara bizzat şahit olduğum için Kur’an’ın sembolik tabir ve deyimleri hakkında yazmak vacip oldu.
Kur’an’da sembolizm vardır, evet, ama bu helallerde ve haramlarda değil; daha çok metafizikî konuları kavratmada, kimi kıssalarda ve hatta kıssaların kimi tabir, kelime ve deyimlerindedir.
Bu konular tefsir usulü kitaplarının mecaz-hakikat, muhkem-müteşabih bölümlerinde uzun uzun ele alınır.
Bizim buradaki yaklaşımımız olaya daha “sosyal” pencereden bakmaktan ibaret.
Çünkü İslam’ı, “bireysel kurtuluşçu” ve “terapik din” olarak değil; toplumsal kurtuluşçu, devrimci, sosyal bir din olarak ele alıyoruz. Bunun böyle olduğunu bizzat Kur’an’ın kendisi bize öğretiyor.
Aşağıda “avamın elinde hakikate dönüşen” Kur’an’ın 25 imgesel ve simgesel tabir ve deyimini sıraladım. Kur’an’ın engin ve zengin sembolik dünyasında yapacağımız bu kısa yolculuk umarım işinize yarar…

***
Kur’an’da imgesel ve simgesel anlatım en yoğun şekilde Adem kıssasında görülür. O halde buradan başlayalım.
“Adem” biz insanları, “şeytan” içimizdeki Allah’tan uzaklaştırıcı kötülük dürtülerini,“ateş” hırs, şehvet, haset gibi dürtüleri, “iblis” Allah’a güvenemeyen yanımızı,“mülk-i la yeblâ” (yıkılmayacak servet ve iktidar)  sahip olma hırsımızı, “şecere-huld” (sonsuzluk ağacı) bunun için son sınırına kadar (bilgiyi, serveti ve iktidarı) toplamayı, biriktirmeyi ifade eder.
Çünkü Allah’a (doğaya, rızka, topluma, kamuya, cemaate) güvenmeyen yanımız (iblis), bunlardan ümidini kesmekte ve böylece bizi bunlardan uzaklaştırmaktadır. Bundan dolayı da içimizdeki güvensizliği ve tatminsizliği gidermek için son sınırına kadar her şeyi (servet, siyaset, şehvet, şöhret) kendimizde toplamak ve böylece yıkılmayacak bir mülke kavuşmak istemekteyiz. 
“Şecere” toplama, “huld” da bir şeyi son sınırına kadar götürmek demektir. Ağaç, yaprakları, dalları ve meyveleri kendinde topladığı  için Arap ona “şecere” demiş. Soy şeceresi (soy ağacı) da tüm geçmiş soyumuzu topladığı için “soy ağacı” olmuş…
Bu durumda “Ağaca yaklaşmayın” toplamaya, biriktirmeye yaklaşmayın, Allah’a güvenin, O’ndan ümidinizi kesmeyin, O’ndan uzaklaşmayın yani İblis ve Şeytan olmayın demektir. Demek ki yasak ağaç mülk/mülkiyet olmaktadır.
“Şeytanın soldan, sağdan, arkadan, önden yaklaşması” bu durumda içimizdeki servet, siyaset, şöhret ve şehvet tutkularının bizi hırsa ve hasede sürüklemesi demektir.  Biz Ademler hep buralardan kaybederiz.
“Cennette açlığın, çıplaklığın, susuzluğun ve güneşin sıcağında yanmanın olmaması”, açlığın, yoksulluğun, evsizliğin, çaresizliğin, temel yaşam araçları kıtlığının ve güvensizliğin olmaması, bütün bunların sorun olmaktan çıkarılması, barış, kardeşlik, adalet, esenlik, sevgi, merhamet ve paylaşım yurdunun kurulması demektir. Öyle ki orada sadece “selam” (esenlik, barış, kardeşlik) vardır.
Bunlar olmayınca biz Ademler “şecere-i huld” ve “mülk-i la yebla” peşine düşeriz. Böylece “yasak ağaçlara” dokunur, bunun için olmadık (servet, siyaset, şehvet, şöhret) suçları işler ve içinde bulunduğumuz doğal dünyayı (cenneti) cehenneme çeviririz…
“Adem’in topraktan yaratılması”: İnsanın yaratılışı anlatılırken kullanılır. Topraktan yaratılma, topraktan gelen gıdalardan yaratılma demektir. Bu yaratılış halen sürmektedir. Bütün gıdalar topraktan gelir. Erkekte sperm (nutfe), kadında yumurtaların oluşmasına sağlar ve bu ikisinin biri araya gelmesiyle yeni Ademler (insanlar) yaratılır.
“Cinin (şeytanın) ateşten yaratılması”: İnsanın içinde dolanan hırs, ihtiras, şehvet gibi dürtüleri ifade için kullanılır. Çünkü ateş dini sembolizmde içteki kötülük dürtülerini anlatır. Kırmızı renk bu nedenle öfkenin ve şehvetin sembolüdür. “Dumansız ateş”(Hicr; 27) denmesinden anlaşılacağı gibi bu bildiğimiz ateş değildir. Hem tabiattaki, hem de insandaki ‘enerjiyi’ ifade eder.
“Cennetten kovulma”: Kur’an insan eli değmemiş, kan dökülüp fesat çıkarılmamış, henüz mülk edinme savaşlarının çıkmadığı, sınırların çizilmediği, çitlerin çevirilmediği doğal dünyaya cennet der. İnsanoğlu (Adem) yıkılmayacak mülk (mülk-i la yebla) ve son sınırına kadar toplama (şecer-i huld) peşine düşünce yani yasak ağaçlardan yemeye başlayınca doğal dünya bozulur. Tekâsür (çoğaltma, yığma, biriktirme) yarışı insanı kaosun, çatışmanın, yıkıcı rekabetin, her şeyin alınıp satıldığı bir ateş çemberinin (cahim) içine düşürür. Böylece Adem cennetten kovulmuş olur. Kovulmamak için bu yasak ağaçlara dokunulmaması, doğal dünya ile uyum içinde olunması gerektir. (bkz. “Kıssaların anası 1-2” başlıkla makale).

***
Adem kıssasında mesele böyle olunca, Kur’an’ın diğer yerlerinde geçen sosyal içerikli tabir ve deyimlerin genellikle bununla ilgili olduğunu göreceksiniz. Arkası çorap söküğü gibi gelecektir…Devam ediyoruz…
“Bin yıldan elli yıl eksik yaşamak”: Hz. Nuh anlatılırken kullanılır. Nuh’un 950 yıl yaşadığını değil; çok uzun süre aralarında kalıp “Etrafındaki ayak takımını (erâzilkov” diyen kavmin kodamanlarına (ekabir) karşı uzun soluklu bir mücadele içine girdiğini ifade eder. Çokluktan kinaye bir deyimdir. Sürenin çok uzun olduğunu anlatmak için kullanılır. Türkçede kullanılan “Sittîn (60) sene oldu”, “Kırk yıl dağda gezdim”, “Yediği herze 40’ı geçti”… deyimleri gibidir.
“Deveyi boğazlamak”: Hud kavmi ve Salih kıssasında geçer.  Nagatallah (Allahın’ın devesi) Adem kıssası bağlamında “ağaç”, Mekke ortamı bağlamında “Beyt”, insanlığa mesaj bağlamında “kamu”yu ifade eder.  Deve boğazlanmamalıdır yani yasak ağaca dokunulmamalıdır, Beytullah’a ait olan nimetelere (en’am) açlık, susuzluk, güvenlik korkuları ile el konulmamalı, kendinde toplanmamalıdır, kamuya (herkese) ait olan bu nimetler  talan edilmemelidir. Allah zaten Kureyş’i (=insanlığı) doğal rızık ve rızık kaynakları ile açlıktan korumakta ve doyurmaktadır, biriktirmeye gerek yoktur. (bkz. “Deveye dokunmayın” başlıklı makale)
“Ateşe ‘serin ol’ demek”: Hz. İbrahim anlatılırken kullanılır. “Ey Ateş! Serin ol dedik, selam olsun İbrahim’e!” (Enbiya; 69) şeklinde geçer. Hz. İbrahim’in ateşte atılıp tam yanacakken orada bir gül bahçesi bitmesini değil; İbrahim’in hicret etmek suretiyle ateşte yakılma (idam) cezasından kurtulmasını, yaktıkları ateşin de sönüp gitmesini ifade eder. Nitekim İbrahim’in ateşten nasıl kurtulduğu satır aralarında şöyle açıklanır: İbrahim’in sözlerine kavminin cevabı sadece ‘öldürün yahut yakın” demek oldu.” Yani bunu ‘demekten’ başka bir şey yapamadılar çünkü İbrahim tıpkı yerine Ali’yi bırakıp Hz. Peygamber’in şehri terk etmesi suretiyle ölümden kurtulması gibi ateş yakıldığı sırada şehri terk etmişti: “Onu ve Lut’u alemler için kutlu kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık” (Enbiya; 71). “İbrahim dedi ki: “Ben de Rabbime hicret edeceğim” (Ankebut; 27).
“Parçalanmış kuşları ayrı ayrı tepelerden çağırmak”: Hz. İbrahim’in “Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster” sorusuna cevap verilirken geçer. Ona şöyle denir: “Kuşlardan dört (lü) al. Onları alıştır kendine. Sonra her dağa/tepeye onlardan bir parça yap/koy. Sonra onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir.” (Bakara; 260).  Yani kuşlardan dörtlü gruplar yapması, onları kendine (yuvalarına) alıştırması, sonra her grubu/parçayı bir dağın tepesine koyması ve sonra onları yuvalarına çağırması isteniyor. Kuşların koşarak/uçarak geleceği söyleniyor. Burada kuşlar dünyada parçalanmış, ayrı ayrı tepelere (ülkelere) bölünmüş, esarete düşmüş ezilenleri (mustazaf) temsil ediyor. Onların nasıl dirileceği, birleşip toplanacağı anlatılıyor. Keza kuşlar uhrevî anlamda da ayrı ayrı mezarlarda yatan tüm ölüleri temsil ediyor. Onların nasıl dirilip toplanacağı anlatılıyor: Her şey alışık olduğu/yaşadığı/aktığı asli mecraya geri döner. “İşler dönüp dolaşıp Allah’a/halka varır.”
“Yüz yıl sonra dirilen ölü şehir”: (bkz. “Ölü şehirlerin dirilişi” başlıklı makale)
“Onbir yıldız, ay ve güneşin secde etmesi:” Hz. Yusuf kıssası anlatılırken Yusuf’un rüyası olarak geçer. Kişinin kuyuya atılıp yok edilmek, gömülmek istendiği baskıcı ve boğucu çevresini aşıp başka bir dünya vizyonu görebilmesini, önce bunun rüyasını/görümünü/vizyonunu yaratabilmesini ifade için kullanılır. Öyle ki her zaman birileri bir rüya görür, sonra dünya o rüyanın içinde yeniden kurulur. Gerçek ‘devrimci’ bu rüyayı görebilendir. (Yusu; 4).
“İneği kesmek”: Hz. Musa’nın İsrailoğulları’nı Firavun zulmünden kurtarmak için Mısır’ı terk etmesi anlatılırken kullanılır. Bildiğimiz ineği et yemek için kesmek değildir. İnek (bakara) Firavun İmparoturluğu’nun simgesi ve arması idi. Ondan kurtulmak, ona dair korkularını atmak, onunla bağlarını koparmak, kesmek kastedilir. (Bakara; 67)
“Altından buzağıyı put edinmek”: (bkz. “Tek çeşit yemek ve  Samiri’nin buzağısı” başlıklı makale)
“Sudan (nehirden) içmek”: (bkz. “Talut ve Calut kıssası ne anlatıyor” başlıklı makale).
“Aşağılık maymun olmak”: (bkz. “Aşağılık maymunlar olun” başlıklı makale).
“Suyu sırayla eşitçe taksim etmek” Hud kavmi ve Salih kıssasında geçer. aralarında eşitçe taksim etmek (kısmetun beynehum) Kabe’yi gelen nimetlere el konulmamasını, insanlar arasında eşitçe bölüştürülmesini ifade eder. Buradan Allah’ın yeryüzündeki nimetlerinin kulları arasında eşitçe bölüştürülmesi mesajı verilir. “Sudan herkes eşitçe içmelidir!”.(Kamer; 28).
“99 koyuna 1 koyun”: Hz. Davud anlatılırken kullanılır. Nüzul sırasında deveyi boğazlama kıssasının hemen arkasından anlatılır. Tema ve vurgu yine aynıdır. Mekke’de 99/1 oranında derin eşitsizlik ve uçurum vardı. 1 ikili sayıların en dibini, 99  en tavanını ifade eder. Aradaki eşitsizlik bu oranlamayla ifade ediliyor. Bugün Wallstreet işgalcilerinin kullandığı “Biz % 99, siz % 1’siniz” sloganının yılın sözü seçilmesinden de anlaşılacağı gibi Kur’an’ın 99/1 kıyaslamasıyla verdiği çağlar üstü mesaj yaşıyor. (bkz. “99 koyuna 1 koyun kıssası ne anlatıyor” başlıklı makale).
“Cinleri, şeytanları, dalgıçları, kuşları emrine vermek”: Hz. Süleyman anlatılırken kullanılır. Cinler Babil’den gelen yabancı yapı ustaları, şeytanlar kötü fikirli kimseler, dalgıçlar ve rüzgarlı gemiler Fenikeli denizciler, kuşlar Hitit askerlerini ifade etmekteydi. Süleyman’ın ordusunda bütün bunlar yer almaktaydı. Süleyman’ın amacı bölgeyi bir esenlik ve barış yurduna (Darusselam) çevirmekti. Açlığın, susuzluğun, çaresizliğin, evsizliğin, güvensizliğin kalmadığı adalete dayalı bir dünya düzeni kurma yolunda hayli ilerlemişti. Tasvirler onu anlatmaktadır. Bugün hala onun yaşadığı şehir aynı isimle anılır (Jeruselam/Kudüs).
“Karıncalarla konuşmak”: Karınca (Nemle) adlı yerleşim biriminden geçerken onlarla konuşmak demektir. Nemle (Karınca) kasabası veya şehrinin adıydı. Ve bu Belkıs’in ülkesinde bulunuyordu. Belkıs Sebe kraliçesi idi. Dolayısıyla karıncalarla konuşmak Sebeliler ile konuşmak demektir. Nitekim Sebe ülkesinin arması karınca idi. (Bugünkü örneğin arı, bozkurt, sarı kanarya, kara kartal, şahin, doğan, arslan, kaplan, panter gibi!)
“Hüdhüd ile konuşmak”: Hz. Süleyman kıssasında geçer. Süleyman Kuşlardan Hudhüd’ü arar, ‘o nerede onu göremiyorum’ der. Derken Hüdhüd Sebe ülkesine gider ve oradan haberlerle getirir. Burada Kuşlar Hititler, Hüdhüd de Hitit’den gelip Süleyman’ın ordusuna katılan subayın lakabıdır. (Neml; 20,22,27).
“Cinlerden bir İfrit”: Hz. Süleyman kıssasında geçer. Cinler, Babil’den gelen yapı ustaları, cinlerden bir ifrid de onlardan birisinin lakabıdır. İfrid olarak bilinen Babil’den gelen maharetli yapı ustalarından birisi demektir. (Neml; 39).
“Cinlerden bir heyet”: Nusaybin’den gelen ve cinlere, perilere inanan bir gurubun insanın Hz. Peygamber ile konuşup Kur’an dinlemesi ve bu batıl inançlarından nasıl vazgeçtikleri anlatılırken geçer. Daha önce Mekke’de görülmeyen, yabancı (ecnebi) bir heyet anlamındadır. (Cin; 1)
“Cinleri ve insanları ibadet için yaratmak:” “İns-u cinn” tabiri aşağı-yukarı, ileri-geri, sabah-akşam, gündüz-gece gibi görünen (ins) ve görünmeyen (cinn) anlamında bir deyimdir. Evrende gördüğümüz ve görmediğimiz her şey kastedilir. İbadet de yapmak, ortaya çıkarmak, iş ve değer üretmek demektir. “Gördüğünüz ve görmediğiniz her şeyi Allah’a (onun emri ve yasaları doğrultusunda) yapsınlar, ortaya çıkarsınlar, iş ve değer üretsinler, kendilerini ifade etsinler diye yarattık” denmek istenir. (Zariyat: 56)
“Ye’cüc ve Me’cüc”: Türkçe’deki herc-ü merc tabiri gibi altüst oluşu, fesat ve kargaşa çıkaran toplulukları anlatır. Yeryüzünde mülk-i la yebla ve şecere-i huld için yani yıkılmaz bir mülk ve her şeyi kendine ait kılıp, toplama ve mülkiyetine geçirme için kan döküp fesat çıkaran toplulukları ve ülkeleri ifade eder. Yağmaya, talana, çapula, işgale girişen her topluluğun genel adıdır. (Kehf; 18/94)
“Dabbetu’l-arz”: Yeryüzünün kımıldanışı/hareketlenişi manasına gelir. Yeryüzünün içindekileri (üzerinde olanları) haber vermesi manasında, dile gelip konuşması (kelam etmesi) ve yağmaları, işgalleri, kan döküp fesat çıkarmaları haber vermesini ifade eder.  (Neml; 27/82-84)“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı” mesajı verir.(Ayrıca bkz. “Dabbetü’l-arz nedir, Ye’cüc ve Me’cüc kimdir” başlıklı makale)
“Gökten kulak hırsızlığı yapmak”: Kahinleri ve mecnunları eleştirirken geçer. Onlar yol başlarına oturarak, yıldızlardan fal bakıp geleceği okumakta ve gaibten haber vermekteydiler. “Böylesi ‘göğü dinleyip kulak hırsızlığı yapanların’ üzerine ateş yağacak ve yaptıklarını ağır bir bedelle ödeyecekler, cehennemi boylayacaklar” denmek istenirken kullanılır. (Hicr; 18).
“Yerinden kalkmadan tahtı getirmek”:: Hz. Süleyman kıssasında geçer. “Çok kısa sürede”, “En kısa zamanda”, Göz açıp kapayıncaya kadar” manasında bir deyimdir. Cinlerden bir ifrid’in ışık hızı ile Belkis’ın tahtını getirmesini değil; Babil’den gelen İfrid lakaplı yapı ustasının, çok kısa zamanda tahtın bir benzerini yapmasını ifa eder. (Neml; 39).
“Eline bir demet sap almak”: Hz. Eyyub anlatılırken kullanılır. Hz. Eyyub’un karısına eline bir demet sap olarak vurmasını değil; birleşmek, yekvücut olmak, demet gibi yan yana durmak anlamında bir deyimdir. Hz. Peygamber’e ambargo yıllarında Eyyub sabrı ve direnişi örnek gösterilir ve dağılmamaları, yılmamaları, sapların bir demet halinde bir arada durması gibi, kendisine inananlarla birlikte öyle olmalarını ifade eder. Sözünüzden (davanızdan) dönmeyin, demetlenmiş gibi durun, yekvücut olun denmek istenir. (Sa’d, 44).
“Ayağını yere vurunca su gelmek”: Hz. Eyyub anlatılırken kullanılır. Hz. Eyyub’e baskılar karşısında ayağını yere sağlam basmasını, güçlü ve kararlı durmasını, davasından dönmemesini, eğer böyle yaparsa güçlükleri aşıp zafere (suya) ulaşacağını ifade için kullanılır. Amborgo yıllarında inen Sa’d suresinde geçer. Hz. Peygamber’in de o yıllarda öyle olması gerektiğini, onlar üzerinden de bu durumda olan herkesin öyle olması gerektiğini ifade için kullanılır. (Sa’d; 42).
“Beşikteyken ve yetişkinken insanlarla konuşmak”: Hz. İsa anlatılırken kullanılır. “Beşikten mezara ilim öğreniniz” rivayetinden de anlaşılacağı gibi, “tüm ömrü boyunca” manasında bir deyimdir. “İsa tüm ömrünü yeryüzünde Allah’ın sesi (kelime) olmaya adayacak, bütün ömrünü bu görevi yerine getirmek için harcayacak” denmek istenir. (Ayrıca İsa’nın ölüleri diriltmesi, körü ve alacalıyı iyi etmesi, evlerde biriktirilenleri haber vermesi, çamurdan bir kuş yapması deyimleri için bkz. “Ölü şehirlerin dirilişi” başlıklı makale).
Görüldüğü gibi daha bunun gibi bir çok tabir ve deyim sıralanabilir. 25 kadarını aktardım. Bunda anlaşılmayacak garip bir şey yok. Konuştuğumuz dillerde de böylesi kullanımlar çoktur. Bunların o günkü anlamı kaybolmuş, artık kullanılmıyor olabilir. Ancak Kur’an’da geçtiğine göre, bir tabir ve deyim kazısı çalışması yapıp güncellemek gerekmektedir.
Kur’an’a bir de bu gözle bakın, çok yakınınıza geldiğini görecek ve büyük zevk alacaksınız.